22 Ocak 2011 Cumartesi

İstanbul?da 1000'den fazla meyhane vardı

“Muhteşem Yüzyıl” dizisinde Kanuni Sultan Süleyman’ın içkisine de yer verilmesi, Osmanlı’yı koyu bir din devleti sananları şaşırttı, tepkilere yol açtı. Oysa Osmanlı içkiye karşı hoşgörülüydü, sıkı içilirdi. Osmanlı şarapları, konyakları ünlüydü…

Türkiye’nin gündemini geçtiğimiz hafta iki içki tartışması işgal etti. Biri “Muhteşem Yüzyıl” dizisindeki Kanuni figürüyle ilgili “Padişahı içkici ve eğlence düşkünü göstererek atalarımıza saygısızlık yapılıyor” tartışmaları, diğeri Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu’nun yeni yönetmeliğiyle içkiye koyduğu garip sınırlamalarıydı. İkinci konuyu haftaya genişçe yazacağız ama Osmanlı’da içki ile ilgili tartışmalarda, “demiri tavında dövmek” ve bu konudaki yine “muhteşem” literatüre sıcağı sıcağına göz atmak iyi olacak…

Osmanlı’da üretilen konyaklar Paris’ten madalya almıştı
Osmanlı hayranı bazı kesimler o dönemleri katı, baskıcı ve yasakçı dönemler olarak göstermeye çalışsa da, gerçekler öyle değil. Osmanlı içki kültürünün zengin olduğu, her tür içkinin üretildiği ve belli dönemlerde ithal edildiği bir toplum olmuş. Meyhane sayısı aşırı artınca ve içki yaygınlaşınca sert yasaklar uygulansa da, kısa sürede gevşeyip eski hale dönülmüş. Dizide tartışılan Kanuni, saltanatının son yıllarında içkiye katı yasaklar getirmiş ama Baki ve Nevi gibi şairler de bundan şikâyet eden şiirler yazmış.

Padişahlar aleni içmemişler ama bir bölümü içkiyi de hayli sever ve tüketirmiş… II. Selim’in bir lâkabının da “Sarhoş Selim” olması boşuna değil; Kıbrıs’ın kehribar renkli şaraplarının tutkunuymuş. Fatih Sultan Mehmed’in “Avni” mahlasıyla yazdığı şiirlerde şarap övgülerine rastlanıyor. Şarap ve tütün içenlerin peşine hafiyeler salan IV. Murad’ın da tutkulu bir şarapsever olduğunu tarih yazıyor. II. Mahmud da şarap sevmesiyle biliniyor.

Fransa’dan adından dolayı maden suyu sanılır diye fıçılarla “Carbonnieux” şarabı getirten padişahın ise ismi ne yazık ki bilinmiyor ama Bordo’daki şatonun kayıtlarında “Sultan için Constantinople’a gidecek” yazıları var…

Osmanlı’nın şarap kültürü, edebiyatına da yansımış. 1838’de vefat eden ve kabri Galata Mevlevihanesi mezarlığında bulunan şair Ayıntaplı (Antepli) Ayni Efendi’nin şu dizeleri, bu örneklerden:
*Gice gündüz içüp Erdek şarâbı
*Ola Nukl’i mezem ördek kebâbı
*Varub sofi içer papazkarası
*Olur meyhanede yüzler karası
*Sığır dili kavurma kuş kebâbı
*Söğüş büryan ile nûş it şarâbı

Birahanelere Viyana’dan trenle taze bira gelirdi
Osmanlı, şarabı önemli gelir kaynağı olarak görmüş. “Hamr” denilen şarabın getirilen her fıçısından 15 akçe vergi alınmış, “hamr emaneti” adlı bir vergi teşkilatı bile kurulmuş. Şarap ticareti, şarabın nereden nereye getirilip nasıl satılacağı fermanlarla düzenlenmiş. Şarap hayata renk katmış, kimi zaman dizeleri, kimi zaman minyatürleri süslemiş. Lâle Devri’nde şair Nedim “Testide, kadehte doyamam görmeğe bari / Ey gevher-i şeffaf senin mahzenin olsam” gibi coşkulu dizeler yazmış.

İmparatorluğun son dönemi ise, özellikle İstanbul’da içkinin yaygınlaştığı, rahatça içildiği bir dönem olmuş. Geleneksel meyhanelerin yanına Pera Palas ve Tokatlıyan gibi lüks otellerin alafranga restoranları ve Viyana’dan bile trenle taze biranın geldiği şık birahaneler eklenmiş. Bomonti Bira Fabrikası kurulmuş, bira bahçeleri yaygınlaşmış. Yurdun değişik yerlerinde rakı üretilmiş, Boğaziçi, Ruh, Âlem, Deniz Kızı gibi rakılar birbirleriyle yarışır olmuşlar. Osmanlı gazetelerinde şarap ilanları çıkmaya başlamış, Martell konyaklarının ilan tabelaları İstanbul’un birçok yerini süslemiş. Erdekli Kotroni Efendi’nin damıttığı Osmanlı konyakları ise Paris’ten bile madalyalar almış.

Bu satırlar, “Muhteşem Yüzyıl” ekibini bunaltan kesimleri öfkelendirebilir… Ancak hepsi belgeli gerçekler. Kültür Bakanlığı’nın kendi yayınlarında, kimi Osmanlı arşivlerinde, kimi de sağcı yazarların kitaplarında… Bazıları için kabullenmek -nedense?- zor gelse de…

Romculara isyan eden meyhaneciler
Yetmişiki milletten insanı barındıran Osmanlı İstanbul’unun liman ve ticaret bölgeleri olan Galata ve Karaköy civarları, rakı ve şarap satan meyhanecilerle rom satan “punççi”lerin mücadelesine bile sahne olmuş. 1800’lerde gemiciler yoluyla bu bölgelerde rom ve sıcak suyla yapılan “punch” modası türemiş. “Panç” diye okunan bu kokteyle halk arasında “punç”, bu içkiyi satanlara da “punççi” denmiş o zamanlar. Bu küçük barımsı içkicilerin sayısı hızla artmış, hatta şekerci dükkânları bile panç satmaya başlamışlar. 1850’de işleri azalan meyhaneci esnafı sadrazama başvurup, “On yılda sayısı bini aşan şekerlemeci ve punççi dükkanı açıldı. Bizi batırmak üzereler. Üstelik vergi de vermiyorlar” diye şikayette bulunmuşlar. Savaşın galibi, meyhaneciler olmuş…

Osmanlı’da meyhaneler sınıflandırılmıştı
Evliya Çelebi’nin yazdığına göre 1600’lerin ortalarında İstanbul’da binden fazla meyhane varmış. Bu meyhaneler zamanla bugünün ünlü restoranları gibi “markalaşmış”; Hançerli, Karagöz, Ormanos, Köroğlu, Sakızlı, Karanfil, Sümbüllü gibi renkli isimlerle tanınmışlar.

Bugün nasıl içkili mekânlar bistro, pub, bar ve restoran gibi isimlerle ayrılıyorsa, Osmanlı’da meyhaneler de kendi içinde sınıflandırılırmış:

* Gedikli de denilen koltuk meyhaneleri herkesin uğrayıp dirseğini bir tezgaha dayayarak içki içebileceği yerlermiş.
* Selatin meyhaneler ise kibar takımının uğrak yerleriymiş.
* Küplü meyhanelerde ise şaraplar büyük küplerden maşrapalarla sunulurmuş.

Avrupa’daki bağlar hastalanınca Osmanlı Fransa’ya şarap sattı
Zaman zaman uygulanan katı yasaklı dönemler dışında hoşgörülü bir düzen kuran Osmanlı İmparatorluğu, Müslüman olmayan halkın kendi ihtiyaçları için bağcılık ve şarapçılık yapmasına ses çıkarmamış, şarapları vergilendirerek bu üretimi yasallaştırmış. Şarap çeşitleri de hayli zenginmiş; İstanbul meyhanelerinde şarapların geldikleri yerler fıçıların üzerlerine tebeşirle yazılır, “Bana bir Girit şarabı ver” diyen müşteriye meyhaneci bir de “Kaç yıllık olsun?” diye sorarmış. Arasında Ankara, Erdek, Gelibolu, Girit, Kıbrıs, Sisam, Marmara Adası, Tokat ve Trabzon şarapları pek ünlüymüş.

19’uncu yüzyılda ulaşım imkânlarının artmasıyla, Osmanlı şarapları dünyada da tanınır olmuş. Yüzyıl sonlarında, filoksera (asma biti) hastalığı Avrupa bağlarını kırıp geçirince, başta Fransa olmak üzere Avrupa ülkeleri şarap ihtiyaçlarını Osmanlı’dan gidermişler. 1904’de, İmparatorluğun şarap ihracatı, tam 340 milyon litreye çıkmış!

Erenköy Cabernet’si…
Bu yıllarda batılılaşma eğilimlerinin güçlenmesiyle sayıları artan Osmanlı topraklarındaki yabancılar bağ yatırımlarına da girişmişler. Ünlü Fransız yazar Lamartine’in 1839’da Fransa’dan getirdiği bağ çubuklarıyla Ege’de tesis ettiği dev bağlardan yarım asır sonra, İstanbul’da özellikle Erenköy’de 700 dönümü bulan Cabernet Sauvignon bağları dikilmiş. Bu yıllarda Erenköy Cabernet’sinin bir fıçısı 150-160 franka alıcı bulurmuş. Yine Erenköy’de bir Alman da uçsuz bucaksız Riesling bağları kurmuş.

Sadece Marmara ve Trakya bölgesi değil, Ege bölgesi de şarapçılıkta çok canlı bir bölgeymiş o zamanlar. Bugün en büyük tarımsal ihraç ürünlerimizden olan çekirdeksiz kuru üzümlerin yetiştirildiği Ege’deki Sultaniye üzümü bağları, o dönemde şaraplık üzüm yetiştirilen bağlarmış ve Ege bölgesi bugünkü gibi üç kuruşa üzüm satmak yerine, o yıllarda Avrupa’a şarap satarmış. Sadece 1901’de ihraç edilen şarap miktarı 6.5 milyon litreymiş.

Mehmet Yalçın – Milliyet Pazar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder